Binnur Kaya'nın Annesi Bakın Kim Çıktı?
06 Şubat 2022 -
2 izlenme
Son zamanlardan adından sıkça söz ettiren Kırmızı Oda dizisiyle ekranlara yeniden dönen ve Cuma akşamları Türkiye'yi ekran başına kilitleyen Binnur Kaya'nın yıllardır sır gibi sakladığı ailesi ortaya çıktı. Bir çok kişi tarafından ailesi merak edilen Binnur KAYA işte merak edilen ailesi.
Okumak İçin fotoğrafın üzerine tıklayınız
Binnur Kaya'nın anne ve babasını görenler çok şaşırdı. Özellikle Kaya'nın annesi güzelliğiyle görenleri mest etti.
Binnur Kaya anne ve babasının görüntülerini bir internet sitesine verdiği röportaj sebebiyle ilk kez paylaştı.
Samimiyeti ve doğallıyla ilk andan itibaren insanı etkisi altına alan bir oyuncu Binnur Kaya. Onu dinlerken kocaman bir gülümseme yerleşiyor insanın yüzüne. Oyunculuğa dair heyecanı, doğa ve hayvan sevgisi, memlekete dair kaygıları, geçmiş günlere olan hasreti… Her şeyi çok doğal Binnur Kaya’nın. Ekran dışında hiç rol yapmıyor. Bu kadar sevilmesinin sırrı belki biraz da bu. Usta oyuncu Binnur Kaya, Kaynanalar dizisiyle başladığı oyunculuk serüveninde 25 yılı geride bıraktı. Televizyon, sinema ve tiyatroda akıldan çıkmayacak karakterler yarattı bu süreçte. Avrupa Yakası, Yabancı Damat, Kaynanalar, Çarli, Yedi Numara, Bir Demet Tiyatro, Vavien, Küçük Kıyamet, Şarkı Söyleyen Kadınlar ve Cinayet Süsü… Binnur Kaya ile şu sıralar DasDas’da sahnelenen Vahşet Tanrısı oyunu vesilesiyle Independent Türkçe için buluştuk. Oyunculuk kariyerinde ilk kez bu kadar uzun bir söyleşi veren Binnur Kaya ile geçmiş günlere, Ankara’ya, Yeşilçam’a, doğaya, hayvanlara ve gelecek hayallerine dair konuştuk.
DEVAM ETMEK İÇİN FOTOĞRAFIN ÜZERİNE TIKLAYINIZ
Ankara’da doğdun ve büyüdün. Çocukluğun nasıl bir ortamda geçti? Çocukluğunun Ankara’sını konuşarak başlasak. “Ankara’nın taşına bak, gözlerimin yaşına bak.” Gittiğim zaman gözlerimin yaşardığı, dönerken de çok zorlandığım bir yer benim için Ankara. Çünkü harika bir çocukluk geçirdim. Çocukluk arkadaşlarım, ailem, anılarım. Ankara dönüşü, İstanbul hep zor oluyor. Duygulu geçiyor. Huzurlu bir çocukluğum vardı. Babamın bana çocukken söylediği ilk şey, “Yalan söylemek ve küsmek yok” oldu. Yalansız büyüdük. Çok kıymetliydi o yüzden. Mutlu, huzurlu ve sokakta oyunlar oynadığımız yıllardı. Sokaktan yeşil nohut aldığımız zamanlardı. 80’lerin ilk yıllarında geçti çocukluğum. Mahalle kültüründe büyüdüm - Anne ve baban ne iş yapıyordu? Babam gazeteciydi, emekli oldu. Annem de ev hanımı… Ablam da ODTÜ İktisat mezunu, Hazine'de çalışıyordu. O da emekli oldu. Bir de yeğenim var, sekiz yaşında. Hayvanlarımız vardı, aileden. Onlar da ailenin bir parçasıydı.
- Çocukken ne olmak istiyordun? Çocukken kapıcı olmak istiyordum. (Gülüyor) Şimdi apartman görevlisi diyorlar, ama o zaman kapıcı diyorduk. Hasır sepetleri vardı, ekmek ve süt dağıtıyorlardı, gazete veriyorlardı. Apartmanı Arap sabunuyla siliyorlardı. Mis gibi kokardı her yer. Bahçeyi suluyorlardı. Ağaçları buduyorlardı. Kapıcı demek benim için bu demekti. Herkesle iyi ilişkileri olan biriydi kapıcı… Çok da insan tanırlar. Annemlere “Biz niye kapıcı değiliz” diye ağlarmışım. Sonra kuzuları, koyunları çok sevdiğim için çoban olmak da istedim. Bir ağacın dibinde oturup kaval çaldıkları için çok güzel geliyordu. Müziği çok sevdiğim için operacı olmak da istedim. Oyuncu olmak dışında her şeyi olmak istedim yani. (Gülüyor)
Sonunda hiç hayal etmediğin bir mesleğe girdin ve oyuncu oldun. Oyuncu olmaya nasıl karar verdin? Karşı apartmanda oturan Gülay Teyze diye bir komşumuz vardı. Gülay Teyze bir gün “Binnur sen tiyatrocu olsana” demişti bana. Çünkü hep taklitler yapıyordum, onları güldürüyordum. Ankara’da Metropol Sineması'nın açtığı amatör tiyatro sınavlarına girdim. Ne Shakespeare biliyorum ne başka bir şey. Öyle doğaçlama bir şeyler yaptım ve kabul edildim. Öyle başladım oyunculuğa. Sahnede olmayı çok sevdim. "Çok tutkundum Yeşilçam’a; meğerse o beni olumsuz etkilemiş" - Çocukken neler izliyordun? Siyah beyaz ve tek kanallı TRT döneminde geçti çocukluğum. Kaynanalar’ı izlerdik ailecek ve çok gülerdim. Dallas, Flamingo Yolu, Şahin Tepesi… Heidi, hala büyük kahramanımdır. Şeker Kız Candy, Vikingler, Taş Devri… Bir de illaki eski siyah beyaz Türk filmleri. Filiz Akın, Ediz Hun, Ayhan Işık, Hulusi Kentmen, Adile Naşit… Ama o Türk filmleri bende hep içli olma hali bıraktı. Genelde hep bir hüzün vardı bu filmlerde. Acılı aşk, gurbet, özlem, ayrılık… Eski Türk filmlerinin ağzımda bıraktığı tat bu. Çok tutkundum Yeşilçam’a. Meğerse o beni olumsuz etkilemiş hayata bakış olarak. Bende de hep bir içli hal vardı. Yani bunlar olmayabilir hayatta, çok sonradan anladım. Mutluluk ve neşe de olabilir.
- Mizahı besleyen hüzün ve keder önemli değil mi? Keder ve hüzün mizahı besliyor tabii. Bütün bu hüzne, acıya mizahla katlanıyorsun. Acıyı bal eylemek gibi. Benim sevdiğim mizah da oradan doğuyor. Chaplin, Buster Keaton’da da bu vardır. Biz de Kemal Sunal ve Şener Şen’in filmlerinde bu acıklı mizahı görürüz. - Üniversitede Bilkent Tiyatro’ya giriyorsun. Okul neler verdi sana? Okulun öğrettiği en iyi şey disiplin bence, o şart. Orada bir disiplin var, yapman gereken şeyler var, kurallar var ve bir sürü eğitmen var. Onların hepsi kendi deneyimlerini aktardığı için çok önemli. Tek bir kaynaktan öğrenmiyorsun. Üniversitede bir sürü eğitmen olduğu için hepsinden aldığın bir sürü güzel şey oluyordu. Bir de Bilkent’te çok şanslıydık. Polonya’dan, Amerika’dan, Azerbaycan’dan hocalar gelirdi. Onlardan başka kültürleri öğrenirdik, onların eğitim sistemlerine dair şeyler öğrenirdik. Bir de Cüneyt Gökçer gibi hocalarımız vardı. Bunlar büyük insanlar… Oturuşundan, kalkışından, dersteki tavrından, bir anısını anlatışından bile eğer niyetin varsa çok şey öğrenebilirsin.
- Oyuncu olmaya karar verdiğinde anne ve baban nasıl yaklaştı bu duruma? Annem hep şöyle diyordu. “Kızım, tiyatro oku ama aynı zamanda açık öğretime gir. Bir mesleğin olsun, maaşlı bir işin olsun, sigortan olsun.” Tiyatro ile yaşamak o zaman zordu. Bilkent'te tam burslu okuyordum ve o yüzden de sürekli iyi not almam gerekiyordu. Aksi takdirde bursun kesiliyordu. Yoksa ben Hacettepe’de okusaydım dört yıllık okulu sekiz yılda okurdum kesin. Keyfini çıkara çıkara. Aile için de endişe verici oluyor. Düzenini nasıl kuracak, hayata nasıl başlayacak, bitirince ne yapacak? Ama şimdi çok mutlular.
"İstanbul’un saçlarını okşamaya ve sadece sevmeye geldim" - 1990’ların başında Ankara gibi bir kozadan çıkıp İstanbul’a geldin. Sinemanın ve tiyatronun kalbinin attığı şehir. İlk geldiğinde ne hissediyordun? İstanbul’a ben sadece İstanbul’u sevmeye geldim. Hiç bir şekilde tiyatro, sinema, televizyon öyle bir şey aklımda yoktu. İstanbul için 'taşı toprağı altın' diyorlardı. Bu da benim ağrıma gidiyordu. 'İstanbul’un kalbi kırılıyor' diye düşünüyordum. 'Taşı toprağı altın' dediğinde değerli görüyorsun, ama bir talan da başlıyor, hoyratlık giriyor işin içine. İstanbul’a da bir sözüm vardı. İstanbul’un saçlarını okşamaya ve sadece sevmeye geldim.
Neler yaptın ilk geldiğinde? Animatörlük yapıyordum ilk geldiğimde. Doktor Bilal, Şamata Bar’da bize iş teklif etmişti. Biz de ekip olarak kabul ettik. Buraya geldiğimizde en azından bir işimiz vardı -hayatta kalabilmek için. Ama ben tiyatro mezunu olduğum için tiyatro yapmaya da çabaladım. Lale Oraloğlu Tiyatrosu, Bakırköy Belediye Tiyatrosu ve çocuk tiyatroları. Bir yandan animatörlük yapıyordum bir yandan da bunları yapıyordum. Ama İstanbul bir ülke gibiydi. Başka bir dünya gibiydi. O yüzden ilk başta zordu gerçekten. Sonra da işte televizyona girdim. - Çocukken çok sevdiğin, ailecek izlediğiniz Kaynanalar dizisine girdin o dönem. İlk televizyon işinde büyük ustalarla çalışmak nasıl bir histi? O benim için muazzam bir histi. Kaynanalar’ı ailecek izlerdik. Annemle birlikte çok gülerdik. Çocukluğuma, aileme ve anılarımıza bir selam göndermek gibiydi benim için orada oynamak. Bir de bir rüyanın içinde olmak gibiydi. Çünkü Kaynanalar kadrosu Ankaralıydı ve böyle hayranlıkla seyrederdik. Hepsi tiyatrocuydu. Kaynanalar’da oynamak benim tercihimdi. Gerçekten çocukluğumdaki bir anının içine girmek gibiydi. Bir de 'annem, babam, anneannem beni görecek ve nasıl mutlu olacaklar' diye düşünürdüm. "Televizyonda kendimi izlemeye hala alışamadım" - Kendini ilk kez televizyon ekranında izleyince ne hissettin? Ben ona hala alışabilmiş değilim. Çok acayip bir duygu. Aklım almıyor. Görüyorum ve sonra unutuyorum. Bütün işlerimi seyrederim. Ben nasıl oynadım ona bakarım. Işık nasıl, yönetmen nasıl, senaryo nasıl ilerlemiş… İşin tamamına bakmak için izlerim. Ama hala alışamadığım bir duygu.